Dil Devrimi ve Türk Dil Kurumu

Share

Konuralp Ercilasun

 

Atatürk’ün ele aldığı meselelerden biri dil meselesidir. Dil devrimi olarak adlandırdığımız hareket tıpkı diğer devrimler gibi uzun geçmişe sahip bir meseleydi. Aynı zamanda dünyadaki ilmî gelişmelerin de bu devrimde etkisi vardı.

Dil devriminin kökleri 19. yüzyıla kadar uzanan dilde sadeleşme çalışmalarına dayanır. Bir tarafı alfabe konusudur ama dil devrimi onu da içine alan daha kapsamlı bir harekettir. Alfabe meselesi 1928’de hâlledilmişti. Yeni Türk harflerinin kabulüyle Türkçe, kendi dil yapısına uygun ve daha rahat okunabilen bir alfabeye kavuşmuştu.[1]

Saray Çevresindeki Dil

Dil meselesi ise daha kapsamlı ve daha uzun bir uğraş gerektiren meseleydi. Burada meseleyi birkaç yönden ele almak gerekiyor. Öncelikle Türk dilinin durumunu edebiyat üzerinden anlatabiliriz. Okullarımızda edebiyat derslerinde gördüğümüz gibi Osmanlı devrinde bir halk edebiyatı bir de dîvan edebiyatı vardı. Dîvan edebiyatı esasında saray çevresinde gelişen bir edebiyat idi. Halk edebiyatı ise saray dışında yapılan ve insanların günlük konuşma dilini kullanan bir edebiyat türüydü. Bu iki farklı sanat türüne bugünden bakınca sanki saray ve çevresi daha ağdalı bir Türkçe konuşuyormuş zannediyoruz. Halbuki farklılık, edebi eserlerin yazı dilindeydi sadece. Son yıllarda Osmanlı konuşma dili üzerine yapılan çalışmalar, sarayda öyle kasidelerdeki gibi konuşulmadığını kanıtlıyor.[2] Ülkemizde yapılan tarih dizilerinde ise maalesef bu ilmî gerçek fark edilmemiş gibidir. Tarihî şahsiyetler, dîvan eserlerini okuyormuş gibi konuşturuluyorlar.

Dilin yazıda kullanım şekli sadece edebiyatta karşımıza çıkmıyor elbette. Elimizde Osmanlı devrinden kalan birçok belge var. O belgelere baktığımızda da belgelerin türlerine göre Türkçeyi de farklı kullandıklarını görürüz. Padişah fermanları, beratlar veya daha birçok belge birbiriyle iki yönden farklılaşır. Bir farklılık, belgenin türüne göre yazı stilinin de farklılaşmasıdır.[3] Diğer farklılık ise üsluptur. Kimi belgede uzun uzun unvanlar kullanılırken kimisi de daha farklı bir üslupla yazılır.[4]

Modern zamanlarda dil meselesinin popüler bir konu hâline gelmesi, ilmî gelişme ve hatta teknik ilerleme ile de yakından alakalıdır. Avrupa’da modern bilimin gelişmesiyle dil ve köken araştırmaları da ortaya çıkmıştır. Bu kapsamda başta Macaristan olmak üzere Avrupa bilim camiasında Türk dili ve tarihi ile ilgili araştırmalar 18. yüzyıldan itibaren gittikçe yükselen bir ivme yakaladı. Bu çalışmalar, özellikle 19. yüzyılda Osmanlı sahasında da yankılandı. Böylece Şemsettin Sami’nin yazdığı sözlük gibi Türk dili araştırmalarının ilk modern örnekleri ortaya çıktı.

Bir yandan dil üzerine araştırmalar artarken diğer yandan Türk kültür merkezlerinde matbaa ve gazeteler yoluyla sınırlı da olsa saray dışı bir okur kitlesi oluşmaya başlıyordu. Tanzimattan sonra 1860’larda Şinasi ile başlayan dilde sadeleşme hareketi, 20. yüzyılın başına geldiğimizde biraz daha hız kazanır. Okur-yazarlığın saray dışı çevrede bir halkaya ulaşması, yazı dilinin de tartışılmasını beraberinde getirir. Türk aydınları yoğun olarak dilde sadeleşmeyi tartışmaya başlarlar.

Bizim bugün dilde sadeleşme dediğimiz hareket esasında yazı dilini konuşma diline yakınlaştırma hareketidir.

Genç Kalemler Rahatsız

Yukarıda görüldüğü gibi eski devirde edebî hayata esasında saray çevresi hâkimdir. Günümüze kalan dil yadigârlarının ezici çoğunluğu saray edebiyatı ve resmî belgelerdir. Halk edebiyatı ise genellikle sözlü gelenek üzerinden gitmiş ve daha geç yazıya geçmiştir. Küçük bir karşılaştırma durumu daha iyi anlamamızı sağlar. Mesela dîvan edebiyatındaki şiirleri ve şairlerini genellikle biliriz. Halbuki halk edebiyatına baktığımızda bazen şiirlerin kime ait olduğu konusunda tartışmalar görürüz. Mesela halk tarafından Yunus Emre’ye yakıştırılmış birçok şiir vardır. Bunların bir kısmının Yunus Emre’ye ait olmayabileceğini ilim adamları yazmaktadır. İşte bu durum bize sözlü geleneği gösteriyor. Eski devirlerde halk şairleri, şiirlerini yazmaktan ziyade söylüyorlardı ve üstelik büyük çoğunluğunu da bir ezgiyle söylüyorlardı. Şiirler, halk hafızasında kalıyor ve nesilden nesle söz ve müzikle aktarılıyordu. Sözlü gelenek olunca zaman içinde bu şiirlerden unutulanlar olabildiği gibi eklemeler de olabiliyordu.

İşte matbaa, gazete ve dergi faaliyetlerinden itibaren okuma-yazma işi sarayın bir dış halkasına kadar genişledi. Saray dışı halkın yazı ile daha yakınlaşması, yazı dili tartışmalarını beraberinde getirdi. Dilde sadeleşme hareketinde şiirde Mehmet Emin Yurdakul öne çıkar. 1911’den itibaren Genç Kalemler dergisinin başlattığı Yeni Lisan hareketini görüyoruz. Burada önce Ömer Seyfettin, sonra da Ziya Gökalp yeni lisan hareketinin bayraktarı olurlar.[5] Genç Kalemler’in başlattığı sadeleşme hareketi iki yıl gibi çok kısa bir zaman içinde yayıldı, benimsendi ve kökleşti. Sonraki yıllarda giderek artan bir şekilde edebiyatçılar sade dil ile eserler verdiler.

Yeni lisan hareketinde dilin Arapça ve Farsça tamlamalardan ve kurallardan arındırılması vardı. Dil yapısını esas bozan, yabancı dilbilgisi kuralları ve çok sık olarak kullanılan yabancı stildeki tamlamalardı. Bu hareketle yazı dilinde görülen bazı Arap ve Fars dilbilgisi kuralları temizlenerek artık Türk usulü dilbilgisi ve tamlamalar kullanıldı. Dilde sadeleşme sonraki yıllarda da yoğun olarak devam etti.

Bilim ve metot devreye girdi

Dil devriminin sadece alfabe ile ilgili olmadığını yukarıda belirttik. Dil devrimi sadece dilde sadeleşmeyle de ilgili değildi aslında. Dil devriminin bu iki konunun gölgesinde kalan çok önemli bir yönü daha vardı. O da dilin ilmî usullerle araştırılmasıydı. Yani aslında dil devrimi, bir yandan da bilim devriminin bir parçasıdır.

Avrupa’da modern bilimin gelişmesinin Türk dili araştırmalarını tetiklediğinden bahsettik. Elbette ki bu Avrupa milletleri sadece Türk dilini araştırmıyorlardı. Ondan daha önce ve yoğun olarak kendi dillerini araştırdılar. Bu araştırmaları modern ilim metotlarıyla yürüttüler. Buna o kadar önem verdiler ki doğrudan bu iş için kurumlar kurdular. Daha 17. yüzyılda Fransa’da Fransızcayı ilmî usullerle araştırmak için bir dil akademisi kuruldu. Bu akademi bugün dahi Fransa’da etkisini sürdürüyor ve hatta bazı yaptırım gücüne dahi sahip. 19. yüzyılda İngiltere ve Almanya’da da dil üzerine kurumların kurulduğunu görüyoruz. Hatta İngiltere’deki filoloji derneği, kuruluşundan kısa bir süre sonra İngilizce için bir sözlük projesi geliştiriyor. Yarım asırdan fazla bir sürede tamamlanan bu proje bugün İngilizcenin en saygın sözlüğü olan Oksford Sözlüğünü ortaya çıkardı. Bu sözlük, sözlükçülük alanında dünyanın da örnek aldığı bir model oluşturdu.

Bir millet ve devlet meselesi olarak dil

Görüldüğü gibi Avrupa’da dil araştırmalarında, sözlükçülükte ilmî yöntemler gelişmişti. Osmanlı devrindeki gelişmeleri de yukarıda özetledik. Atatürk de daha gençliğinden itibaren bu gelişmeleri takip ediyordu. Filistin cephesindeyken Macar Türkolog Gyula Nemeth’in eserini okumuştu.[6] Ayrıca Sadri Maksudi Arsal’ın da Türk Dili İçin adlı kitabını daha çıkmadan okumuş ve ilk sayfasına dil ile ilgili bir söz yazarak imzalamıştı.[7]

Dil üzerine daha birçok ilmî eseri notlar alarak okuyan Atatürk, bu meselenin ilmî bir şekilde ele alınması için bir kurul oluşturulması talimatını verdi ve böylece 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kuruldu. Kuruluşundan hemen sonra 1. Türk Dili Kurultayı toplandı. Atatürk, kurultayın toplanmasını teşvik etmekle kalmadı. Başından sonuna notlar alarak kurultayda hazır bulundu. Atatürk’ün vefatına kadar iki dil kurultayı daha toplandı ve buralarda Türk dili ile ilgili meseleler enine boyuna tartışıldı.

Türk Dil Kurumu kurulduğu sıradaki ilmî ortama burada bir bakmak yerinde olacaktır. Yurt çapında bir kelime derleme faaliyeti başlamıştır. 1932-34 yıllarında yapılan bu derlemeler Söz Derleme Dergisi (6 cilt) adıyla kitaplaştırılmıştır.[8] Diğer yandan yurt çapında folklor araştırmaları yapılmaktadır. Yurdun dört bir köşesinde dergiler çıkmakta ve bunlar bulundukları muhitin ilim ve kültür hayatına canlılık katmaktadır. Ayrıca bu dergiler, yayımlandıkları muhitten bol miktarda edebiyat ve folklor malzemeleri içermektedirler. Böylece özellikle 1930’lu yıllarda, Türk edebiyatı ve folklorunun birçok eserinin de kayıt altına alındığını söyleyebiliriz.

Görüldüğü gibi Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunun temelinde hem sadeleşme hem de dünyada ve Türkiye’deki ilmî gelişmeler vardır. Tabii ki bütün bu gelişmeleri dikkatle takip edip, o zamana kadarki birikimi kuvveden fiile geçiren yine Atatürk olmuştur.  Atatürk, sadece Türk dilinin araştırılması için ilmî bir kuruma öncülük etmekle kalmamış, doğrudan doğruya dil faaliyetlerinin de içinde bulunmuştur. Mesela Geometri kitabı yazarak birçok terimi de bizzat türetmiştir. Bu şekilde dil devriminin bir amacının da Türkçeyi özellikle bilim terimleri alanında zenginleştirmek olduğunu belirtebiliriz.

 

 

[1] Yeni Türk harflerinin kabulü için https://millidusunce.com/yeni-turk-alfabesi/

[2] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Yavuz Kartallıoğlu, Osmanlı Konuşma Dili, İstanbul: Kesit Yayınları, 2017.

[3] Bu stil farklılaşmasını bugün bilgisayarlarımızdaki farklı yazı tipleri gibi düşünebiliriz.

[4] Bunların ne kadar çeşitli ve farklı olduğunu merak edenler için bk. Mübahat Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2013.

[5] Ayrıntılı bilgi için bk. Genç Kalemler Dergisi – Tıpkıbasım, Ankara: TDK Yayınları, 2019; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2021; Ömer Seyfettin, Bütün Nesirleri (Hazırlayan: Nazım Hikmet Polat), Ankara: TDK Yayınları, 2016.

[6] A. Dilâçar, Atatürk ve Türkçe, Atatürk ve Türk Dili, Kollektif, Ankara: TDK Yayınları 1963, , 41

[7] Ahmet Bican Ercilasun, Sadri Maksudi Arsal ve Türk Dili, İstanbul Hukuk Mecmuası, 75(2017), 172.

[8] Metin Demirci, Derleme Sözlüğü’ne Osmaniye, Düziçi Ağzından Katkılar – I, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, 6/3(2017), 1365.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.