ÜÇ İNCİRİN HİKAYESİ

Share

 

ÜÇ İNCİRİN HİKAYESİ

Kalktığında bir tuhaftı, gece pek uyuyamamış içinde nedenini bilmediği bir sıkıntı vardı.  Ama alışkanlık gereği kalkmıştı elini yüzünü yıkayıp, tıraşını oldu ve her zamankinden erken işe gitmek için,

  • Hanım ben gidiyorum… diye seslenerek evden çıktı.

İşe, odasına çabuk varmıştı saat daha dokuz bile olmamıştı. Gerçi işe gelmişti ama yapacağı bir işi yoktu uzun zamandır kızak görevde olduğu, onun ifadesiyle “Parça başı” çalıştığı için ne masa üzerinde bekleyen bir dosya ne de kapıda birileri vardı, yani yine onun tabiri ile; “ne üzerinde emir alacağı bir amiri, ne de emir verebileceği bir memuru” yoktu.

Masanın başına geçti amaçsız bir şekilde bilgisayarını açtı, kitap mı okuyayım, gazetelere mi bakayım yoksa bilgisayarda bir şeyler mi karalayayım diye oyalanırken telefonu çaldı, sabahın köründe kim arayacaktı. Oldum olası telefonla sohbet etmeyi pek sevmez, telefonu bir haberleşme aracı olarak kullanırdı, hatta telefonda çok uzun konuşanlardan da amiyane tabirle gıcık kapardı. Saat daha dokuzu yeni geçiyordu ve arayan kardeşi idi. Pek hayra alamet olmasa gerekti. Normal bir şey değildi, zamansız çalan telefonlardan hiç hoşlanmazdı.

***

Çünkü ömrü hep gurbette geçmiş ve telefon sesi hep onda bir korku hissi veriyordu. Hele birde zamansız çalarsa, birçok kez başına gelmişti, belki de telefonda sohbet etmeyi sevmemesi bundan kaynaklanıyordu.

Anasının ölümünü haber veren telefonu hatırladı, sabahın beşi idi telefonda kardeşi konuşamıyor ağlıyordu.

  • Abi … dedi, arkası gelmemişti,
  • Ne oldu ne? Söylesene… babama mı bir şey oldu diye seslendi.

Çünkü babaları akciğer ameliyatı olmuş, bir kitle alınmıştı. Gerçi tahlillerde kötü bir sonuç çıkmamıştı, koca çınar dimdik ayakta ve sağlıklı idi ama her Samsun’a gittiklerinde anası defaten tembihte bulunur;

  • Babanızı üzmeyin, ona dikkat edin o hasta onun hastalığı kötü hastalık derdi… Her ne kadar;
  • Güzel anacığım sen üzülme, onun hastalığında bir şey yok, o iyi, bak tedavisini de oldu turp gibi dese de… anasını ikna edemezdi.

Çünkü daha önce iki amcası akciğer kanserinden ölmüştü.

O yaz, kızın okulu erken kapandığı için alışıla gelmiş memleket tatiline erken gitmişler Haziran başında on gün Samsun’da- köyde hep beraber olmuşlar hasret gidermişlerdi…

  • Kardeşi ağlayarak anam diyebilmişti…
  • Ne oldu anama ne oldu? Hastamı? Söylesene be adam!.. Diyerek bağırmıştı… Kardeşi bitkin bir şekilde;
  • Anamı kaybettik… dediğini duyarmış gibi oldu öylece yığıldı, kaldı…

Aradan ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordu, eşinin ve oğlunun;

  • Ne oldu ne oldu? söylesene diye sesleri kulağında çınlıyordu, daha beş on gün önce beraber olduğu hiçbir şeyi olmayan anasının kayıp haberini alıyordu, yıkılmıştı…

Babanıza dikkat edin diyen anaları onlara sürpriz yapmış hem babalarını hem de onları bırakıp gitmişti…

Ama hemen kendisini toparlaması gerekiyordu, ailenin en büyük çocuğu o idi, babası ne durumdaydı, çünkü biliyordu ki koca çınar eşini çok ama çok seviyordu. Ona ölümü yakıştıramazdı. Kardeşleri ne durumdaydı, asılı ailesinin ona ihtiyacı vardı ve hemen Samsun’a gitmeli idi Kıbrıs’tan yeni dönen oğlu dahil ailesini hemen toparladı, haber vermesi gerekenlere haber ulaştırdı, arabaya atladığı gibi Samsun’un yolunu tuttu.

Yol uzun yol bitmez böyle zamanlarda…

Dereciğe vardığında evin önü kalabalık birileri koşuşturuyor, birileri birbirine sarılıp ağlaşıyor, bir karmaşa bir kalabalık, arabayı nasıl durdurdu nasıl aşağı indi bir şey hatırlamıyordu. Kendisine sarılıp taziye sunan birileri vardı ama o ne kimseyi görüyor ne de kimseyi tanıyordu. Gözleri babasını, evlerinin direğini arıyordu…

Bir köşe ye çekilmiş onları görünce öylece olduğu yere çömelmiş koca çınara ilişti gözü, yürüdü ona ve birbirlerine sarıldılar, sarıldılar belki dakikalarca belki yıllarca gibi, ikisi de bir şey diyemiyordu, ilk defa babası ile bu kadar uzun ve bu şekilde sarılıyorlardı. Öyle hiçbir şey diyemeden dakikalar geçti ve bir hıçkırık içinde kısık bir sesle;

  • Bizi bıraktı gitti, ben ne yapacağım şimdi… diye bir şeyler duydu o hiçbir şey diyemedi…

Koca çınar hem zamansız gelen en sevdiği kişinin kaybına, hem de gelecekteki yalnızlığına yanıyordu sanki…

***

Telefondaki kardeşinin sesi ile kendine geldi;

  • Abi babam hastaneye kaldırılmış ben oraya geçiyorum, araştırma hastanesine…

Dediğini duydu ve merakla;

  • Ne olmuş neden… diye sorsa da kardeşinin de pek bir şey bildiği yoktu… Sadece;
  • Evin önündeki incir fidelerini sağlık ocağının yanındaki tarlaya dikerken kalp krizi geçirmiş hastaneye kaldırmışlar… dedi…

Telefona sarıldı tanıdık eş dost kim varsa aramaya başladı, hemen birilerine ulaşıp hastaneden sağlıklı haber alması babası için yardım destek istemesi gerekiyordu. Bu arada diğer kardeşleri ve arkadaşları ile görüşmüş ama kimse bir şey bilmiyor, haber alamıyordu.

Ne kadar zaman geçti bilemiyordu lanet telefon bir daha ama bu sefer acı acı çaldı, telefonda yine kardeşi idi;

  • Abi buraya gelin… diyordu başka bir şey söyleyememişti… O anladı hak vaki olmuş babaları hakka yürümüş, yıllardır hasretini çektiği çok sevdiği eşine kavuşmuştu…

O, ilk telefondan sonra eşini ve oğlunu aramış her şeye hazır olmalarını ve her an memlekete hareket edecek gibi hazırlık yapmalarını söylemişti. Hızlı bir şekilde memlekete sılaya ulaşmaları gerekiyordu, öyle yaptılar. Ama bu sefer bir eksik vardı, kızı yoktu çok uzaklarda torunun biri taaa Amerika’da idi.

***

Bunu düşününce içi burkuldu, ağlamaklı bir duruma düştü ve geçmiş Kurban Bayramı hemen öncesi kızını doktora yapması için çok istediği Amerika’ya göndermiş, hemen 5 gün sonra bayram için sılaya geldiklerinde ilk baş başa kaldıklarında babası, koca çınar ona çok ağrına giden ve onu üzen;

  • İki çocuğa bakamadın o kızcağızı taaa oralar gönderdin, sende de iş yokmuş…

Deyivermişti, yutkunmuş bir cevap verememişti;

  • Baba sen okuyanları seversin, siz beni okutmak için o kadar sıkıntıya çileye katlandınız (malum terör şartlar) ben onu göndermesem olur mu? Çok istediği eğitimi ve çok sevdiği mesleği için, insanlığa hizmet aşkıyla gitti… Diyemedi.

Babasıyla çocukluğundan beri çok düzeyli ve iyi bir ilişkisi vardı, hayatının hiçbir döneminde yasaklayıcı, kırıcı olmamış hep yol göstermiş, nasihatlerde bulunmuştu.

Okuyanları çok severdi gerçekten. Kendisi de bir keresinde anlattığına göre çok istemesine rağmen Öğretmen okuluna gidememiş, annesi babası izin vermemiş, bilhassa annesi;

  • Gidersen sütümü helal etmem… Diye kestirip atmış.

Her şeye rağmen kaçarak Lâdik öğretmen okulunu gitmek için baba dostu Manifaturacı S. den para istemiş, o ise yardım edeceğine ona nasihatte bulunarak anne baba rızası almadan gitmemesi gerektiği konusunda onu ikna ederek geri göndermiş, köyüne dönmüş, ömrü sekiz kardeşli bir büyük aile içinde hep çalışarak, mücadele ve münakaşa ile geçmişti.

Belki de bu yüzden bütün sıkıntılara rağmen çocuklarının okumasını çok istemiş, bütün o çalkantılı sıkıntılı yıllarda bile hep arkasında durmuş onunla birlikte bütün sıkıntılara göğüs germişti. (O okuyabilmişti ama yetmişli seksenli yılların o döneminde onun yaşadıklarının aile üzerindeki etkisi, çevrenin telkin ve baskıları da eklenince kardeşleri okumamış sadece bir tanesi Liseyi bitirmişti.)

Bir de devir değişmişti babası kendi döneminde ilkokul üçüncü sınıfa kadar köylerinde okuyabiliyorlar, dört ve beşinci sınıfı, karda yağmurda yol yok yordam yok zor şartlarda sekiz köyden öğrencilerin okuduğu köylerine kilometrelerce mesafedeki merkez okulda (Balaç İlkokulu) okuyabilmiş ve beşinci sınıftan mezun olmuştu.

Gerçi onun zamanında da pek değişen bir şey yoktu köyde köylülerin imece ile yaptığı hem lojman hem okul (iki sınıflı) olarak kullanılan iki katlı taş binada okumuştu. Hatta okulda yer/sıra olmadığı için ilkokula bir yıl geç başlamış. O yıl da köy camiine devam ederek Kur’an okumayı öğrenmiş Hatim etmişti. Beşinci sınıfa gelince yeni yapılan (Üç sınıflı- ve on bir yılda yıkılan – yolsuzluk ve yağma düzenin eseri) okuldan mezun olmuştu. (O yıllarda ilkokuldan sonra pek okula devam yoktu, ilkokulu bitiren bütün çocuklar bir yıl da camiye devam ederek Hatim ederlerdi. Köyde bilhassa kız çocukları için; “okula, okuldan hocaya, hocadan da kocaya” denirdi.)

İlkokulda bir öğretmen-müdür (yeni mezun) birde askerde Ali okulunda öğretmenlik yapmış ilkokul beşinci sınıf mezunu Eğitmen vardı. Birinci, dördüncü ve beşinci sınıflar birleştirilmiş bir sınıfta öğretmenden ders alır, ikinci ve üçüncü sınıflar bir sınıfta Eğitmenden. Ama eğitim sıkı idi öyle günümüzdeki gibi okula başlamadan mezun yılı hesaplanamıyordu, mesela onun döneminde yirmi beş kişi civarında birinci sınıfa başlamışlar ama sadece onunla beraber dört öğrenci yıl kaybetmeden beş yılda mezun olabilmişti.

Koca çınarın ilk okulu bitirip orta okula başlarken, büyük bir adam gibi onu karşısına alıp ettiği nasihati hiçbir zaman unutmamıştı.

  • Bak oğul şu anda ikimizde eşitiz yani İlkokul beşinci sınıf mezunu, yarın sen Orta Okula başlayacaksın ve beni geçeceksin ve bundan sonra kendi yolunu kendin çizeceksin.

Bana gelip ben şunu nasıl yapayım, burada nasıl davranayım diye sormak yok. Kendini ve bizleri küçük düşürecek hareketlerden uzak dur, kişiliğini şahsiyetini çiğnetme.

Ben ömrüm oldukça, gücüm tükeninceye kadar maddi olarak arkandayım ve hep destekleyeceğim, sonuna kadar okuyacaksın…

Ömür boyu hep bu düstur ile ve bu yük ve sorumluluğun altında bazen ezilse bile kendine rehber edindiği “Dik başlı değil ama dik duruşlu” olacağım inancıyla hayat mücadelesini sürdürdü.

Hatta;

  • Milli Güvenlik Akademisi mezuniyet törenlerinden çok kısa bir süre sonra Samsun’a gittiğinde şaka ile karışık baba sözümü tuttum bak sonuna kadar okudum, akademik kariyer yapmadığım için bürokrasi için son basamak burası, artık ben de “Kurmay Memur” oldum… Allah sizden razı olsun hep arkamda oldunuz…

Demiş ve;

  • İnşallah akademik kariyer kısmını da torunun M. tamamlar… demişti. Ama şimdi kızına(toruna) akademik kariyer için izin verdiğinde babasından amiyane tabirle fırça yemişti.

***

Sonra aklına incir fideleri takılmıştı, o Kurban Bayramından birkaç ay sonra kış başlarında yine sılaya babasını ziyarete gelmişlerdi. (Babası ve Kayınpederi yalnız yaşadığı için fırsat buldukça, sık sık babaları ziyaret amacıyla memlekete geliyorlardı) Hava yağmurlu puslu bir günde doğrudan Dereciğe baba ocağına vardıklarında koca çınar evin çevresinde temizlik yapıyordu. Esasında, geleceklerinden haberdar olduğu için büyük ihtimalle meraklanmış vakit geçirmeye çalışıyor bir yandan da yolu gözlüyordu.

Arabadan inip hoşbeşten sonra içeriye geçmeden kendisine asfalt ile ev arsında yeni çıkmış üç incir fidesini göstererek bunlar burada yol üzerinde olmaz ilkbahar gelsin bunları daha uygun bir yere dikeceğim, dedi. – belki de vasiyette bulunmuştu- Bunu işte o gün gelen telefonla anladı çünkü diktiği fideler o fidelerdi.

***

Koca çınar üç Mart sabahı kalkmış her zamanki gibi yalnız olarak kahvaltısını yapmış ve aylar önce niyetlendiği üzere zamanı geldi diye düşünerek çapasını kapmış ve incir fidelerini onlara zarar vermeden sökmeye başlamıştı ki karşı komşusu çocuklarının akranı Savaş;

  • İsa amca ne yapıyorsun… diye sorunca;
  • Bunlar burada olmaz, buradan söküp sağlık ocağının oradaki yerimize dikeceğim, gelen geçen nasiplensin… der. Savaş;
  • Dur ben sökeyim de sen dikersin… diyerek çapayı alır fideleri itina ile sökerek teslim eder.

Aldığı fidelerle planladığı yere giderken elinde çapa ve incir fideleri ile gören komşuları;

  • Hayırdır İsa dayı sabah sabah nereye… diye sorunca;
  • Şu incir fidelerini uygun bir yere dikeceğim… der… Cevaben;
  • Ooo onlar büyüyüp meyve verinceye kadar kim öle, kim kala… vb. ifadelerle karşılaşınca,
  • Ben dikeyim de birleri nasiplenir, içlerinden birsi dua etse o yeter… diye cevaplandırır.

İncirleri dikeceği yere gelerek yine kendi toprağına ama sağlık ocağının duvarının kenarına diker, hemen oraya yakın bir yerde oturan yeğenin evine gider ve beş kiloluk bir bidonla getirdiği suyu diktiği fidanlara can suyu olsun diye döker.

Vakit saat gelmiş dinimizin “kıyamet bile kopsa elinizdeki fidanları dikin” emri gereği görevini tamamlamış olarak olduğu yere yığılır.

Sağlık ocağına gelip o incirlerden nasiplensin diye düşündüğü kişilerden biri görür ve hemen sağlık ocağında görev yapan doktorlara hemşirelere haber verilir, müdahale ederler ama hemen hastaneye yetiştirilmesi gerekmektedir, oradan geçen bir araba çevrilerek beş kilometre mesafedeki Araştırma   Hastanesine yetiştirilir…

**

Hastaneye yetiştirilse de vade dolmuş vakit saat gelmiş doktorların çabası da işe yaramamış, koca çınar çok sevdiği eşine kavuşmuş, ebedi aleme irtihal etmiştir. Hastanede bulunan kardeşlerine bilgi verilmiş ondan sonrada kardeşi o na telefonla haber vererek Samsun’a gelin demişti.

Cenaze gerekli işlem tamamlanarak sonraki gün Köydeki aile mezarlığına çok sevdiği rahmetli eşinin yanına gömülmeden önce son geceyi evinde sevdikleri ile birlikte geçirmek üzere yıllardır doğduğu günden beri yaşadığı evine getirilmiş. Çünkü genelde böyle dışarıda yakınları olan cenazeler onlarında son göreve ulaşabilmeleri için bir gün sonra kaldırılır. (Bu nedenle köy ileri gelenleri uygun bekleme şartlarını sağlayan bir soğutuculu düzenek temin etmişlerdir.)

O eve vardığında cenaze eve gelmiş duyan dost ve akrabalar da evin avlusunu ve içini doldurmuşlardı. İzmit ve diğer illerden gelecek akraba ve dostlar da peyderpey gelmiş, gece dua ve Kur’an tilaveti ile tamamlanmış. Sonraki gün öğle namazı sonrası kılınan cenaze namazı sonrası ebedi istiratgâhına yerleştirildi.

Gerçekten ne kadar çok sevilen biri olduğu ölüm haberinden mezarlığa defin edilmesi aşamasına kadar görüldü. Kalabalıklar gerçekten inanılmaz katılım öğle namazı ve cenaze namazı ve merasimi binlerle ifade edilecek seviyede idi, köyde böyle bir kalabalık pek görülmüş bir şey değildi. Herkes huşu içinde son görev için koşturmuş hem rahmetlinin tanıdığı, sevenleri hem de kendisinin ve kardeşlerinin eş dost ve tanıdıkları onları bu acı günlerinde yalnız bırakmamışlardı.

Ama bu kalabalık bu destek yüreğini bir hoş etmiş anlatılması imkânsız bir duygu yaşatmıştı. Allah’a böyle bir camianın bir ferdi olduğu için, böyle aile dostlarına, baba dostlarına sahip olduğu için sonsuz şükürler ediyordu ve hayırlısı ile hak vaki olduğunda da Allah’tan kendisi için de böyle bir cemaat nasip etmesini diliyordu.

***

Babası yoktu artık aile reisi oydu, daha ölçülü daha sorumlu davranmak zorunda hissediyordu kendini. Sonraki günlerde adet ve görenekler gereği, dualar okutulmuş, taziyeler kabul edilmiş.

Ama birde gerçek hayat vardı Ankara’da bıraktığı işi, evi vardı ve orada da taziyeye gelmek isteyen eş dost arıyordu. Ankara’ya dönmeden; baba ocağı sönmeden devam etsin diye kardeşleri ile karar almışlar. İçinde kimse yaşamasa da evin kapanmaması dört kardeşte de birer takım anahtar ve bakım ve temizliğinin yapılarak köye gelindiğinde kalınabilecek şekilde sürdürülmesine karar verildi.

Resmi işlemlerin tamamlanması için kardeşine vekaletname bırakarak ve 52. Günü geniş katılımlı bir dua merasimi yapılması ve bunun için yeniden Samsun’a gelmek üzere Ankara’ya döndüler. (Her yıl anne ve babalarının ruhları için baba ocağında bir araya gelerek bu geleneği sürdürmeye çalışacaklarına kendi kendine söz verdi.)

Bu sefer çok daha zor olmuştu Derecikten ayrılmak, mezarlıktan kopmak… birazda acısını hafifletmek için eşine ve oğluna;

– Benim artık dokunulmazlığım var, ben hem yetimim hem de öksüzüm… Diyor kendine acındırıyordu.

Acı gerçek buydu artık ne anası ne de babası vardı, hayatın gerçeği buydu acıda olsa gerçek bu idi ve alışmalı idi zorda olsa alışmalı.

Bir de işin Amerika’ya kızına yani torun M.’ye söylenmesi gerekiyordu çünkü çağ iletişim çağı idi insanlar sanal alem üzerinden taziye iletiyorlardı, başkalarından ve böyle ulu orta duymasından ziyade kendisi bunu söylemeliydi, zaten on beş yirmi gündür Skype üzerinden de görüşmemişler, Samsun’da olduklarını telefonla bildirmişlerdi, gurbetin zorluklarını tadacaktı. Ve ilk konuşmalarında kızıyla eşinden önce o konuştu (genelde anne kız haftada bir uzun uzun dedikodu ederler) ve durumu anlattı, torun çok üzülmüştü, hislerini belli etmezdi ama nİnelerini dedelerini çok severdi bunu Anneanne ve Babaannesinin ölümlerinde belli etmişti…

***

İncir fideleri büyümüş artık meyve vermeye başlamıştı, ama bir şey kafasına takılmıştı, sökülen ve dikildiği farz edilen incir fidesi üç adetti ancak ortada iki incir ağacı vardı. Kafasının içinde bir soru hep duruyordu acaba üçüncü fideyi dikmeye vaktimi olmamıştı yoksa, ya da bir tanesi herhangi bir şekilde tutmamış ve büyümemişti.

Bir de kayıp çapa vardı, incir fideleri dikilmiş hatta can suyu verilen plastik bidon bile ortadaydı ama çapa kayıptı, ondan iz yoktu, gören bilen de yok…

Çapayı kim almıştı?

Şöyle düşünüyordu babasını seven birisi ondan son hatıra olarak o çapayı almış ve onlardan saklıyor olabilirdi…

Ama kafasında iki soruyu hep taşıyacaktı;

– Üçüncü incir ne oldu?

– Yitik Çapa nerede, kimde?

Bir de köye her gittiğinde mezarlığı her ziyaret ettiğinde o kalan iki inciri hep gözleyecek, meyve mevsimine rastlarsa o ağaçlardan incir yiyerek sonsuz dua ve şükürlerini iletecek… (İncir ağaçları koca çınarın yattığı ebedi istirahatgağının çaprazında ve yolun karşılıklı iki tarafındadır.)

Hüseyin ÇAKIR, 03.03.2019, ANKARA (Ayrı geçen beş yıl anısına)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.