Türk Keneşi niye gerekli?

Share

 

 

 

 

Konuralp Ercilasun

Dünyanın bugünkü kaotik ortamında ülkeler, çeşitli güvenli limanlar arıyor. Kendilerini önüne katıp sürükleyecek sellerden korunmaya çalışıyorlar. Bu yüzden ülkeler arası yakınlaşmalar, iş birlikleri, iyi komşuluklar ve ittifaklar öne çıkıyor. Bunların hiçbiri yapılamıyorsa en azından barış içinde bir arada yaşama formülü seçiliyor. Bu şekilde, dünyanın geri kalanının geliştiği bir ortamda kendi güçlerini heba etmeme yoluna gidiyorlar. Bu yakınlaşmalar veya diğer türlü yakın ilişkiler bölgesel yakınlığa, ortak kültüre veya aynı medeniyet dairesine dayandığı zaman daha rahat ilerliyor. Sadece bu genel anlayış bile Asya’da barış bölgesi oluşturmak için Türk Keneşinin gerekliliğini anlatmaya yeter. Başlıktaki sorunun cevabı yüzlerce maddede de yazılabilir. Ama biz burada konuyu sadece ekonomik ve felsefi açıdan ele alacağız. Bunun için son yarım asırdaki küresel gelişmeler bizi nereye getirmiş ona bakacağız.

Geçen yüzyılın ikinci yarısında dünyamız, ideoloji temelli bir soğuk savaşa sahne oldu. Doğu Bloku ve Batı Bloku olarak adlandırılan iki blok arasındaki savaş, Batı Bloku’nun üstünlüğü ile sona erdi. Doğu Bloku, Marksizm ve sosyalizmi merkezine alarak dünya üzerinde bir güç mücadelesi yürütüyordu. Batı Bloku’nun merkezinde ise liberal kapitalist sistem vardı. Her iki blok da kendi sistemlerinin, dünya uluslarının insani bir şekilde yaşaması için en ideal sistem olduğunu iddia ediyorlardı. Fakat elbette ki bu iddianın arka planında iki süper gücün dünya liderliği kavgası vardı.

Nihayetinde 1991’de Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla Marksist-sosyalist blok çöktü. Böylece Marksizm ve sosyalizmin gelişme açısından doğru yol olmadığı kanaati yaygınlaştı. İki blok ülkelerinin, kendi vatandaşlarına sundukları imkânlara ve onların gelişmişlik düzeylerine baktığımızda bu kanaat doğruydu da… Bunun üzerine dünya üzerinde liberal kapitalizmi savunan ABD, tek süper güç ve tek kutup olarak kaldı. Tek kutbun liberal kapitalizm olması ve dünyada rakipsiz tek bir süper gücün olması, uluslararası sistemde yeni yönelişleri getirdi.

Böyle bir ortamda ABD’li bir düşünür Francis Fukuyama Tarihin Sonu ve Son İnsan, kitabını yazarak bütün dünyada liberal kapitalizmin hâkim olacağını, bundan sonra büyük savaşlar çıkmayacağını, birkaç küçük çatışma çıksa da bunların liberal kapitalizmin insanlık için tek gelişim çizgisi olduğu gerçeğini göstereceğini ilan etti.[1] Peki, öyle oldu mu?

Soğuk savaş sonrası dünyanın ideolojisi artık “liberal kapitalizm”, yeni modaları “küreselleşme” ve “post-modernizm”; bu üç ayak üstüne oturan uluslararası sistemi “yeni dünya düzeni” idi. Bu yeni modalar, liberal kapitalizme de dayanarak dünya üzerinde yeni bir kasırga estirmeye başladı.

Üretim gücü bakımından dünyanın geri kalanıyla arasında büyük bir fark oluşan ABD, kendini dünyanın jandarması görmeye başladı. ABD’nin başını çektiği söylemde artık eskinin ulus devletlere dayalı sistemi çökmüştü. Dünya tek bir süper güç öncülüğünde, daha barışçıl (!) bir geleceğe doğru adım atıyordu. Devletin ekonomideki rolü sıfırlanmalı, bununla da kalmayıp gümrük duvarları giderek indirilmeliydi. “Yeni dünya düzeni”nde gümrük duvarlarıyla kendilerini sınırlayan ülkeler, geri kalmaya ve dünyadan dışlanmaya mahkûmlardı.

Diğer bölgelerde işler nasıldı? Burada yeni düzenden pay kapabilecek bir tek Avrupa vardı. Fakat gelişmiş Avrupa ülkeleri dahi, tek tek ele alındıklarında dev bir ABD üretim kapasitesi karşısında cüceydiler. Böylece Avrupa Ekonomik Topluluğu, daha ileri bir entegrasyon için Avrupa Birliğine dönüştü.

Burada bir ara verip küreselleşmeye tekrar dönelim. Bu kavram neyi tanımlıyor? Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını. Hizmetlerin serbest dolaşımı demek, aslında o hizmeti sunacak insanların serbest dolaşımı demekti. İşte bu serbest dolaşım için ülkeler arası sınırların belirsizleşmesi gerekiyordu. Sınırlar giderek o kadar geçirgen hâle gelecekti ki en ucuz üretimler dünya çapında rahatça dolaşım imkânı bulacaklardı. Liberalizm ülke sınırlarını aşmış, küresel bir liberalizm olmuştu. 1990’ların başlarında, ABD tarafından büyük bir coşkuyla savunulan sistem buydu. Şimdi dünyada bütün sınırların kalktığını, başka ülkede üretilen bir malın hiçbir ek vergi gerektirmeden diğer ülkeye girebildiğini düşünelim. Böyle bir sistemden en çok faydayı kim sağlar?

Mal dolaşımının hiçbir kısıtlamaya tâbi olmadığı bir ortamda en avantajlı kitle, üretimi çok olan kitledir. Kısacası böyle bir dünyada ne kadar çok üretiyorsanız o kadar çok sözünüz geçer anlamına gelir. Zamanla üretim fazlanızla sizin mallarınıza muhtaç kitleler oluşur ve sizin üretiminiz sebebiyle, bağımlı bölgelerin üretimi geriler. Bunlar sizin ürettiğinizi tüketen kitlelere dönüşürler.

Üretim fazlasının esası nedir? Bunun esası teknoloji, organizasyon, eğitimli nüfus ve kaynaklardır. Teknolojinin (bilinçli bir şekilde gizli tutulanları dışında) artık çok kısa bir sürede bütün dünyaya yayıldığını biliyoruz. Akıllı bir devlet de organizasyon yeteneğini giderek geliştirebiliyor. Dolayısıyla üretim teknolojileri dünyada giderek eşitleniyor. Değişkenlerden bazılarının eşitlendiği durumlarda, eşit olmayan değişkenin dengedeki farkı oluşturduğunu görüyoruz. Bu durumda nüfus ve kaynaklar ön plana çıkıyor. Yani küreselleşme büyük yapılara yararken orta ve küçük yapıları âdeta yutmakla tehdit ediyor. Küreselleşme büyük yapılara yarıyorsa büyük yapıların bu gidişatı savunmasından doğal bir şey olamaz. Eh, dünyanın yeni büyük yapılarından biri de Çin olduğuna göre elbette ki küreselleşmeyi savunarak olayları takip etmesini bilmeyenleri şaşırtacaktı.[2]

Buradaki orta ve küçük yapılardan kasıt, kaynaklarının ve nüfusunun azlığıdır. Orta ve küçük yapıların buna karşı cevabı, Avrupa örneğinde olduğu gibi bölge ve kültür temelinde bir araya gelerek büyük bir yapı oluşturmaya çalışmaktır.

Nitekim Avrupa Birliğinin oluşturduğu bu örnekle, o yıllarda başka bölgelerde başka iş birliği denemeleri de oldu. Ben de 2005 gibi erken bir tarihte, en azından Orta Asya’daki beş cumhuriyetin birbiriyle yakınlaşarak küreselleşmenin olumsuz etkilerinden korunabileceklerini yazmıştım.[3] Dönemin ekonomik ve demografik verilerine dayanarak hazırladığım bu çalışmayı, 2012’de yeni verilerle güncelleyerek bir kere daha gündeme getirdim.[4] Buradaki esas, nüfusları az, üretim güçleri az olan bu ülkelerin aralarındaki iş birliğini geliştirerek bir sinerji yaratmaları ve üretimlerini patlatmalarıydı. Çünkü bu az nüfuslu alanın yanı başında iki tane dev nüfus (Çin ve Hindistan), iki tane orta boy nüfus (Pakistan ve Rusya) ve bir tane de tek başına bütün Orta Asya’ya denk bir nüfus (İran) bulunuyordu. Böyle bir ortamda bu ülkeler ancak birbirleriyle yakınlaşarak dışa bağımlı olmaktan kurtulabileceklerdi.

O yazıların üstünden vakit geçti. Bu arada Nahçıvan anlaşmasıyla Türk Keneşi de kurulmuştu. Türk Keneşi; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkiye olmak üzere geniş bir sahayı ve nüfusu içerdi. Buradaki esas, modern uluslararası standartlar temelinde Keneş üyesi ülkelerin birbirleriyle her alanda iş birliklerini arttırmalarıdır. Bu iş birlikleri sayesinde iyi bir organizasyonla ve akılcı bir planlamayla üretim gücünde de belli bir noktaya gelinebilecektir.

Bu da göstermektedir ki Türk Keneşi, üye ülkelerin dünya üzerinde rekabetçi bir üretim gücü olarak ortaya çıkmaları için ana temeli oluşturur. Bu anlamda titizlikle üstüne titrenmesi gereken bir uluslararası bölgesel kurumdur. Dünya üzerinde birçok iyi niyetlerle başlayan iş birliği kurumlarının zaman içinde çeşitli sebeplerle atıl hâle geldiği ve sonunda dağıldığı görülmüştür. Bu dağılmalara çoğunlukla hedef kayıpları sebep oluyor. Üye ülkeler zamanla iş birliği kuruluşunun ana amacını unutuyor ve ona giderek daha az önem veriyorlar, hatta bazen de kuruluşu sulandıracak bazı kararlar alıyorlar. Bütün bunlar o uluslararası kuruluşun etkisizleşmesine yol açıyor. Önümüzde sadece iyi örnekler değil, kötü örnekler de var. İyi örneklerin izinden giderek kötü örneklerden de ders çıkararak sağlam adımlarla iş birlikleri geliştirilmelidir. Türk Keneşi, kurulduğundan beri, yavaş ve emin adımlarla üye ülkelerin gelişimine katkıda bulundu. Bu katkıların artarak devam etmesi hem üye ülkelerin hem de komşu ülkelerin yararına olacaktır.

 

[1] Tabii sonra bu öngörüleri doğru çıkmayınca kitabını değil ondan önce yazdığı makalesini referans göstermeye başladı. Makalesi The End of History? başlığını taşıyordu. Buradaki soru işaretini kastederek bunu kesin bir gerçeklik şeklinde öne sürmediğini savundu. Birçok kitabında da uç liberal kapitalizmi eleştirdi.

[2] Çin’in bütün komünist söylemine rağmen eninde sonunda küreselleşmeyi savunacağını 2010’daki bir yazımda belirtmiştim. Nitekim Çin, bundan yedi yıl sonra küreselleşmeyi savunmaya başladı. Konuralp Ercilasun, Çin: Yükselişe Devam mı?, 21. Yüzyıl, Haziran 2010, 35-40,

[3] Konuralp Ercilasun, Küreselleşmenin Orta Asya’da Yarattığı Problemler ve Fırsatlar: Avrupa Birliği Modeli, International Symposium on Globalization and Turkic Civilization, Bişkek, 2005, 185-193.

[4] Konuralp Ercilasun, Türkistan Bütünleşmesinin Ekonomik ve Demografik Unsurları, 21. Yüzyıl, Nu. 47, Kasım 2012.

#Türk Birliği    #Turan   #Türk Keneşi  #Türk Devletleri Teşkilatı    #Türk Konseyi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.