Çağdaş Köleleştirme Üzerine Bir Yazı
Seven, T., “Algıda Bir Dünya Mankurtlaştırma: Çağdaş Köleleştirme Üzerine Bir Yazı”,
Mankurt kelimesi man ve bun köklerinden türemiştir. Genellikle akıl yoksunluğu ya da aklın kullanılamamasıdır. Yani hafızanın yitirilmesi, anıların yok olmasını resmeden bir tanımdır. Aslında mankurtu bir mit olarak da görebiliriz. Bu geçmişi, benliği parçalayan bir mittir. Mankurt mitini Cengiz Aytmatov “Gün Olur Asra Bedel” adlı eserinde öne çıkartmıştır. Aytmatov, eserinde mankurtlaştırmayı temel alan bir yol izlemiştir. Bu yolun gidişatı ise romanda verilmek istenen mesajı güçlendirmiştir. Bu efsaneyi yeniden hatırlamak bugünün köleleştirme politikalarını anlamak adına önemlidir. Bu nedenle kısaca Nayman Ana efsanesine değinmek gerekir.
Nayman Ana efsanesi kısaca, Kırgız bölgesini işgal eden Avarlardan sonra gerçekleşen olayları konu alır. Avarlar işgal sonrasında esir aldıkları Kırgızları komşu ülkelere sattıkları gibi onlara işkence de yaparlar. Güçlü kuvvetli gördükleri kişilerin başlarına deve derisi geçirir ve onları aç susuz bir şekilde ıssız yerlerde elleri kolları bağlı olarak bırakırlar. Birkaç gün sonra deve derisi yakıcı güneşin etkisiyle saçları da kazıtılmış olan kafaya iyice yerleşir. Saçlar uzamaya başladıktan sonra deve derisi engeline takılır. Beyne yönelen saçlar büyük bir acıya neden olur. Acıdan ölenlerin dışındakiler saçları uzadıkça akıllarını yitirir. Ailesini ve geçmişini unutan esir düşmanının kölesi olur. Bu köleler en ağır ve en zor işlerde çalıştırılırken kendi annesini öldürebilecek şekle bürünür. Nayman Ana’nın oğlu da esir olarak gitmiş ama annesi oğlundan hiç vazgeçmemiştir. Nayman Ana çabaları sonucunda oğlunu da bulur ancak oğlu mankurt olmuştur. Oğluna babasının adını hatırlatır, kendini tanıtır ama oğlu anlamsızca bakmaya devam eder. En sonunda düşmanı olan efendisinin emri ile annesini öldürür. Nayman Ana’nın ölürken bile söylediği şey oğluna babasının adıdır. Bu ad onun atasıdır. Soyunun geldiği, kimliği ve özüdür. Ancak gözleri de kalbi gibi kilitlenmiş olan mankurt acı duymadan kendisine verilen işi yapmaya devam eder.
İnsanların birbirine üstün gelme arzusu ilk insanlardan beri var olagelmiştir. Yönetme arzusu ile kibrin birleşmesi sonucunda insanlara yapılan eziyetleri haklılaştırma çabaları halen görülmektedir. Mankurt efsanesi de bu arzu çemberinin bir sonucudur. Kültürün yok edilmesinin en ileri örneğidir. Çünkü bu durumun bir geri dönüşü yoktur. Ya ölüm olur sonuç ya da ölümden de kötüsü. Efsanelerden günümüze geldiğimizde ise halen bu sessizleştirme politikalarının varlığını görebiliriz. Tarihin tozlu sayfalarında ise ortaçağ da kilisenin baskısında, Afrika halklarının çaresizliğe itilmesinde, İslamiyet de ise (aklın merkezde yer aldığı dinde) akılların köreltilmek istendiği fetvaların verildiği bilinmektedir. Yani aklın değiştirilip sessizleştirilme politikaları her toplumun kendi haklına olduğu kadar başka toplumlara üstün gelebilme şeklinde gerçekleşebilmektedir. Çünkü az bir grubun kendini merkezde ve diğerlerini öteki tarafta görme isteği maddi bir kazanç ile birleşmiştir. Para için birçok seçenek özgür seçim ile lanse edilerek akıl tutulması yaşayan insanlara sunulmuştur. Yıllardır insanların akıllarını uyutma çabaları teknolojinin gelişmesiyle birlikte daha kolay hale gelmiştir. Efendi olmak isteyen kişinin fiziksel bir uğraş isteyen çabası artık bir tık ile yapılabilir olmuştur. Çağdaş köleleştirme, küresel tek tipleşme, küresel köylerin küresel efendileri gibi kavramları sinemanın icadından sonra yapılan çalışmalar ile anlamaya çalışmak aklın uyutulması resmini daha da netleştirecektir.
1895 yılında Fransa’da ilk gösterimi Lumière kardeşler gerçekleştirmiştir. Küçük bir odada küçük bir seyirci kitlesine yapılan gösteri büyük ses getirmiştir. Trenin Gara Girişi (Arrival of a Train at La Ciotat) filmi, saniyelik ve belge niteliğindeydi. İlk kez görülen hareketli resimler insanları şaşırtmış, hayrete düşürmüş ve korkuyla kaçmalarına neden olmuştur. Sinemayla ilk kez tanışan insanlar kendilerine doğru gelen treni gördüklerinde korkuyla kaçarak perdeye karşılık vermiştir. İlk anda sinema perdesi büyüsünü göstermiştir. Seyirci perdedeki harekete karşılık harekete geçmiştir. Şimdi de sinemanın, telefonların ve televizyonların insanları harekete geçirdiği anlaşılır. Çünkü bu durum davranışlara yansımıştır. Tüketimin şekli ihtiyacın doyuma ulaşması değil de en iyisinin, daha iyisinin elde edilmesi arzusunun varlığı işin sağlamasıdır. Algı propagandası ise ince ince işlenerek insanların hareket edeceği yönü çizmiş ve en önemlisi de bu yolu doğallaştırmayı başarmıştır. İnsanlar gördüklerini giymek, yemek ve almak isteği için çaba sarf eder duruma gelmiştir. En sonunda insanlar karşısında gördüğü dünyanın içinde olamasalar bile içindey-miş gibi olmuştur. Böylece ilk başta teknolojik bir icat olan sinematograf (filme kayıt cihazı, kamera) sonrasında birçok alanı içine alabilecek bir sektörün temel taşı olmuştur.
Sinema seyircisini büyüler. İzleyici sayısı artarken sinema salonları da artar. Sinematograf ile çekilen filmler çeşitlenir. İcat uzun sahne çekimlerine uygun geliştirilir. Sinema salonlarının giderek dolması ve üst zümrelerin bu eğlenceyi alaycı bir tavır ile ret etmesi ardından onları da içine alacak şekilde bir yol izlenmesi görülür. Sinema hikâyeye yönelir, tiyatro kayıtları yapar ve roman uyarlamalarıyla seyirci çeşidine uygun çalışmaları sürdürür. Sinema seyirciyi şekillendirirken filmler de şekillenir. Seyirciler kitlelere dönüşürken devletlerin kulakları delinir. İkinci dünya savaş öncesi ve sonrasında propaganda filmleri hortlar. Almanya’da propaganda bakanlığı kurulur. Başında ise Hitler’in en yakın dostlarından biri olan Dr. Paul Goebbels vardır. Almanya’nın UFA adlı film stüdyolarını kurması ile filmlerin propaganda niteliğinin devletin politikaları ile birlikte yürümesini kolaylaştırır. İradenin Zaferi gibi alenen bir propaganda filmi çekilir. Mussoli ise kendi yerini sağlamlaştırmak adına sinema okulu açar. Bu okulda aynı İradenin Zaferi gibi bir film çekilmesini arzu etmektedir. Ruslar ise VGİK adında devlet sinema enstitüsü kurar ve burada propaganda içerikli filmler çeker. Bu filmleri en uzak yerlere Ajtasyon Trenleri adını verdikleri trenler ile götürür. Yapılan çalışmalar ve üretilen eserler sonucunda insanlar yeni bir teknolojiyle tanışma karşılığında paralarını vermek dışında propaganda içeriklerini de kabul etmişti.
İkinci dünya savaşı sonrasında ise değişen dünya sinemayı da değiştirdi. Bu değişimin gerçekleşmesi maddi anlamda çok zordu. Sessiz sinema devrinden sesli döneme geçiş yapılacaktı. Ancak büyük buhran yaşandığı ve ailelerin evlatlarını sattığı bir kıtlık zamanında nasıl oldu da onlarca para gerektirecek bir teknolojik değişime gidilebilmiştir? İlk senkronize film 1926 yılında Don Juan’ın ardından 1928 yılında ilk yüzde yüz sözlü film olan New York ışıkları gösterimi girmiştir. Böylece sessiz sinema döneminde kullanılan ara yazılar kalkmıştır. Okuma-yazma bilmeyen çoğu insan için sinema daha anlamlı hale gelmiştir. Savaş sonrasında her alanda karanlığa boğulan halklar belki de mutluluğu sinema da bulmuştur. Geleceği karanlık olan insanlar için kısa bir süre bu dünyadan uzaklaşma mekânı ve eğlence kaynağı sinema olmuştur. Belki de savaş sonrası ruhu ve karnı aç insanları doyurmak yerine oyalamak üzerine önlerine atılmış ya da fikirlerini parçalamak adına daha büyük bir düşünceyi besleyen bir politikanın parçasıdır. Belki de sadece kaçmak isteyen benliklerin koşmaya bile erindiklerinden ya da kaçacak bir yer olmadığını düşündüklerinden oturdukları yerden her şeyden uzaklaşmaları karşılığında sinemanın kazanç sağlamasıydı. Ancak ne olursa olsun en basit anlamının bile ağırlığı çok fazlaydı.
Sinema devletlerin propaganda oyuncağı olmak dışında ekonominin hareketlenmesine sebep olacak fırsatları sunuyordu. İnsanların seyir zevki amacıyla gittiği sinemanın misyonu güçleniyordu. Nasıl her televizyon kanalının bir söylev tarzı hitap ettiği bir kitlesi ve yönetenlerden yakın bulduğu bir tarafı var ise sinemanın da söylemek istediği şeyleri gizlediği ya da açıktan anlattığı tarafları vardı. Sinema yoğunlukla kurbağa pişirme yöntemini kullanıyordu. Kurbağa çok sevdiği suyun içinde ölürken seyircilerde kendi seçimlerinin bedelini gördüklerine göre kodlanarak ödüyordu. İnsanlar eğlenirken değiştiklerinin farkına varmıyordu. Bir aşk filmi aşk filmi olmaktan çok öte anlamlar içeriyordu. Hiçbir film bir şeyler anlatmıyor değildi. Hepsinin anlattığı bir alt metin vardı. Bu alt metin temelde sisteme dayanıyordu. Sistem düzeninin aksamaması için uğraşıyordu. Kadının rolü, erkeğin nasıl davranması gerektiği, düzeninin ilerleme biçimi sistemin kodlarına uygun yazılıp çekiliyordu. Amerikan sinemasında sistemin merkezinde beyaz, orta sınıf, güçlü, kentli erkek bulunuyordu. Kadın evinde eşi ve çocukları ile ilgilenmesi gereken, aşkı kovalayan, korunmaya muhtaç, bakışın nesnesi olan kişi olarak resmediliyordu. Müzikal filmlerde ve birçok filmlerde bu tip kadınlar evlenirken(mutlu sona ulaşırken) sisteme karşıt olanlar cezalandırılıyordu. Hatta ikinci dünya savaşı sırasında kadınların savaşta olan erkeklerin yerine çalışmaya başlaması ve savaştan dönen erkeklerin daha çok çalışma arzusu ile çakışan kadınların çalışma hayatı feminizm hareketinin kıvılcımı olmuştur. Kadınların çalışmak, kendine bakmak ve özgürleşme arzusu erkeğin yani sistemin otoritesine bir baş kaldırı olmuştur. Bu durum hemen sinemada karşılık bulmuştur. Vampir filmleri ile kadının kötülüğü yayması anlatılırken, kadın kötü ruhu doğurabilecek statüye yerleştirilmiştir. Erkek olmayan evlere şeytan girerken, çalışma hayatı içinde olan kadınlar sapıklar ile muhatap olmuştur. Feminizm hareketlerinin hızlanması ile perdede kadına olan şiddette artmış. Kan ve işkence daha ayrıntılı işlenmiştir. İnsanların hayatın sıradanlığından uzaklaşma tercihini bu tarz filmlerden yana yapıyordu. Tercihin bu yönde olması ya da tercihlerin bu yöne itelenmesi gerekliliğinin vurgusunun kabullendirilmesi olsun sonuç değişmiyordu. Çünkü insanların uyutulmaması adına yapılmış filmler rahatsız edici çekimler ile tamamen hayal dünyasının içinde eriyip gitmemelerini öneriyordu. Ancak insanlar rahatsız olmaktan hoşlanmıyordu ve halen hoşlanmıyor. Ne yazık ki Goebbels’in “ İnsanların beyin tembelliğini gördükçe, her istediğimizi yapabileceğimizi anladık” sözü geçerliliğini kanıtlamış oluyordu. Sinema bu noktada aramızda olan, baktığımız ancak görmediğimiz kişileri, olayları parlatıp cilalarken kitlelerde mucize olarak onları bir paket içinde kabul ediliyordu. Bunlardan biri de kovboydur. Sinemanın büyülü dünyası mevsimlik işçi olan kovboyu göğe çıkarırken insanlar sadece seyrediyor. Kovboy sırtına bindiği atıyla sistemin kendisi olup uygarlığı vahşi batıyı uysallaştırmak adına gezdiriyordu. O hiç yenilmiyor ve ona karşı gelen olursa da cezası veriliyordu. Haklı olan haksız olandan daha az söz sahibi olacak yerde yalnız bırakılıyordu. Kızılderililer azınlık olma duruma yıllarca süren çabanın sinemadaki ayağının desteğiyle de gelmiştir. Yalnızlaştırılan, uygar olmadıkları için küçük görülen insanların nasıl olması gerektiği resmedilirken sömüren ve davetsiz olarak gelen insanlar vicdan rahatlaması yaparak sinema kapısından her defasında gizli zaferlerle çıkmıştır. Algı bir günde ya da bir gece de oluşturulmamıştır. Yıllarca süren bir çabanın sonucu ile insanlar herhangi bir kararın doğrultusunda istenilen yöne itilen şekle getirilmiştir.
Aynı hikâyeler ve kodlar farklı tür filmlerinde tekrar tekrar işlenerek insanların algısına yerleştirilmiştir. Kitleler tek tipleşirken, tüm dünya aynı hayaller ile aynı giyinirken kaybeden oluyor ve de olmuştur. Bir kıyafetin değeri ekranda ünlü birinin giymesi ile ölçülürken değer algılarımız değişiyor. Kültürün, yereselliğin önemi gençlik içinde kaybolurken insanlar kendi ile konuşmayı unutuyor. Ne istediğini unutan akıllar neler yapabileceğini düşünemiyor bile. İnsanlar yeni bir güne gözlerini açtığında yeni ve popüler ne varsa onu takip edip onun gibi olma çabası ile özgüveni yerinde güvenini tamamlıyor. İnsanların sessizleşmesi ve tepkisizleşmesi yıllarca süregelen bir durumken sonucu anında ve kitleleri etkileyecek şekilde gerçekleşebiliyor. Artık ateş bir yere değil aynı ateş aynı gönüllere düşüyor. Önemli olan önemi yitiriyor. Önemsiz şeyler ise akılların her köşesinde dönüp duruyor.
Sinematografın icadını yapanlar bir sektör oluşturma amacı gütmemişti. Ancak icat sonrasında hem para hem de insan olarak milyonların üzerinde yükseldi. Birileri ise yalın icadı kullanmak yerine ona bir misyon yükledi. Bir sistem içerisinde sektöre dönüşen sinemanın ve televizyonun kullanımı öğrenmek ve teorisini iyi bilmek gibi iyi işler yaparken bir alt metinde oluşturmak da gerekir. Yoksa The Walking Dead dizisinde olduğu gibi ekranda her karede her bölümde her sezonda bir değeri kendimize değer ediniriz. Oturduğumuz yerden kendi tercihimiz ile kendimizden ve özümüzden uzaklaşırız. Düşmanın kendisi ile karşılaşmadan kafamızın içinde düşmandan çok düşmanlara dönüşebiliriz. Kendi ruhumuzu, hayallerimizi erozyona uğratan biz oluruz. En güzelinin peşinde koşma derdi ile zamanımızı, sağlığımızı ve zenginliğimizi kaybedebiliriz ki kaybediyoruz.
Bu duruma çözüm olacak birçok fikir üretilebilir. Bunlardan birisi ise Türk Sineması ve Türk Eğlence sektörü oluşturmaktır. Gençlere çalış demekten başka onlara değerleri üzerine giymiş karakterler(çizgi karakter, film karakteri, şarkıcı, oyuncu) göstermek gerekir. Yabancı bombardımanına karşı sadece öz olmakta öte öz ve kaliteli yapımlar ile eğitmek gerekir. Yoksa bir Türk kızının sevdiği bir grup için kilometrelerce yol gidip o ülkenin kültürünü öğrenmekten çok şarkıcının şirketinin kapısında üç gün bekleyip evine geri dönerken ki mutluluğu gözlerinin farklı olması ile dikkat çekip o sanatçı ile on beş saniye konuşmasından ileri gidemeyecektir. Bugün teknolojinin geldiği bu noktada bir saniye içinde verilen bir enformasyonun milyonları harekete geçirebileceğinin varlığını küçümsememek gerekir. Gerekli eğitimler alınmadan sadece bir şeyler üretmek o günü kurtarmaktan öte gitmeyecektir. Geleceğe yönelik çalışmalar zaman, matematik, ayrıntılı çalışma ve ince düşünceler ister. Türk medyasını kendine getirecek tek şey kaliteli çalışma tarzı olacak ve işin matematiği çözüldüğünde verilen eserler uluslararası pazarda rakiplerine karşı koyarken bize de kendimizi hatırlatacaktır.